9 Mart 2018 Cuma

Kelimeler


Aynı şarkıyı defalarca dinledim
sonra sıkıldım

Aynı sohbeti defalarca ettim
sonra sustum

Aynı filmi defalarca izledim
Sonunda kapattım

Çiçeklere defalarca su verdim
Sonunda kuruttum

Aynı umudu defalarca ektim 
Köklerinden kopardım

Ama

                                                                                                        Kelimeleri çok sevdim

Fransa Arkeoloji Macerası -1


Paulo Coelho’nun Simyacı kitabını okurken geçtiğimiz yaz ayında yaptığım yolculukları yazmam gerektiğini düşündüm. Tesadüf eseri okuduğum bu kitap tamamen yaşadıklarımı anlatıyordu.
Öyle olmuştu. Yeni yerleri, yabancı kültürleri, yabancı insanları seven birisiyim. Yurtdışına çıkmak biraz pahalı bir iş. Ama işte burada yukarıdaki söz devreye girdi.
"Ve bir şey istediğin zaman, bütün Evren arzunun gerçekleşmesi için işbirliği yapar." (S:34)
Okuldan değerli bir hocam, metro karşılaşması sırasında bana Fransa’ya gidip arkeoloji kazısına katılabileceğimi söyledi. Aklımda hiç yokken bu fırsat ve kendi uğraşlarımla birlikte kendimi Fransa’da buldum. Üstelik ne iyi bir İngilizce ne de Fransızca biliyordum. Yurtdışına hiç çıkmamıştım hatta uçağa bile binmemiştim. Üstelik arkeoloji ile de doğrudan hiçbir alakam da yoktu. Sadece dolaşmak ve yeni kültürler öğrenmek ve biraz dilimi geliştirmek istiyordum.

Gideceğim yer İspanya sınırında yer alan adını ilk defa duyduğum Perpignan şehriydi. Daha önce hiç yurtdışına çıkmamış hatta hiç uçağa binmemiştim. Tecrübe eksikliğinden dolayı biletimi Perpignan bileti pahalı olduğundan dolayı Fransa Havayolları’ndan Paris şehrine almıştım. Paris’ten uçak veya tren ile Perpignan’a geçeceğimi düşünmüştüm. Yola çıkmadan önce internetten araştırma yaptığımda, uçak ve tren biletlerinin aşırı pahalı olduğunu gördüm.Gitmeden internetten 40 Euro civarı bir fiyata otobüs biletimi aldım.

Charles de Gaulle

30 Temmuz günü akşam 21.30 uçağına binip gece 24.00 civarı oraya vardım. Uçaktan inen insanları takip ederek, bekleme salonlarını buldum. Havaalanından çıkmaya hiç niyetim yoktu. Paramı ilk günden bir otele vermek istemedim. Boş bulduğum koltukların birine oturdum. Havaalanında tek tük insanlar vardı. Onlar da benim gibi koltuklarda uyuklamaya çalışıyorlardı. Koltukların arasında demirler vardı bu yüzden hiçkimse uzanamıyordu. Bunu bilinçli yaptıklarını düşünmüştüm ve zekiceydi.

Uyuklamaya çalışırken elinde insanı iki dakikada parçalayabilecek kapasiteye sahip bir köpekle beraber iki uzun ve iri adam geldi.Önce arkamdakilerin uçak biletlerini kontrol ettiklerini gördüm ben de çıkarttım ama benimki otobüs biletiydi. I came from İstanbul, İt is so late.. gibi bir şey söyledim.. Sorun değil dedi. Wi-fi’ye bağlanıp annemle yazışmaya başladım. Vakit geçmiyordu ve etrafımda çalışan insanları izliyordum. Çok fazla Afrika kökenli insan vardı, temizlik vb. işlerde ağırlıklıydılar. İndğim havaalanı Charles De Gaulle’dü.

 Sabah oldu ve gün aydınlanmaya başladı. Sabah 6.30’ta metro işaretini takip ettim. RER diye bir şeye binmek için zor da olsa bir bilet aldım. Amacım akşam 23.00’teki Perpignan otobüsüne kadar Paris’i gezmekti. Eyfel Kulesi’ne gitmek için sorduğum ilk kişi 50’li yaşlarda siyahi bir erkekti ve çok güler yüzlü bir şekilde kendisinin de bilmediğini söyledi. Gülümseyip bekledim. Neye bineceğimi bilmiyordum.



Diğer gözüme kestirdiğim insan da çekik gözlü biriydi ve tanıştıktan sonra Çin’li olduğunu öğrendim. Kuleye gitmek istediğimi söyledim, telafuzumdan dolayı anlamayınca değiştirip, şehir merkezine gitmek istediğimi söyledim. City centre diyerek J Aynı trene bindik, tren çok pisti, üstten gidiyordu genelde.. Bindiğim yeri İstanbul’da yer alan Sağmalcılar durağına benzettim. Aktarma noktasında inmemi söyledi. Asıl karmaşıklık o anda başladı. İndiğim yerde yeryüzüne bir türlü çıkamıyordum. Dar basık bir koridordan geçtim. Ayrı bölümlerde turnikeler vardı ve her bir nokta ayrı bir yere gidiyordu. Nereden çıkacağımı bilmiyordum.
Bizim Sultanahmet bölgesinde turistlere yardımcı olmak için oluşturualan Ask me projesi benzeri yer alan gençleri gördüm.


23 Mart 2017 Perşembe

VERONİKA NEDEN ÖLMEK İSTİYOR?



Veronika ölmek istiyor kitabında 4 karakter üzerinden yaşamın dışına itilenlere şahit oluyoruz. Bunlardan ilki Veronika, ikincisi Zedka, diğerleri Mari ve Eduard.
Bu hepsini buluşturan yer bir akıl hastanesi.

Veronika aslında çok güzel, her istediği erkeği elde edebilecek genç bir kız. Görünürde hiçbir dert ve tasası yok. Ama saçma sapan bir mektupla intihar ediyor:  Slovenyanın bilinmemesi.

Zedka da aynı şekilde depresyondan dolayı, kocası tarafından hastaneye yatırılmış bir kadın.

Ve diğer sofistike karakter Mari.
Şizofren hastası Eduard

Tabi bir de onları çözümleyen doktor var. Onların rahatsızlığın geneline acılaşma diyor.
Yani topluluğa uymak için, kendi benliğinden vazgeçip, yabancılaşmak olarak anladım.
Üç karakterde baskın bir şekilde bunu görüyoruz. Hepsi acılaşmış. Veronika, ailesi istediği için hukuk okumuş, oysa onun içindebüyük bir müzisyen saklı. Ama topluma göre müzisyenler iş yapmaz, müzisyenler sefildir. Müzik okuma tercihi anormalliktir. Ama onu hiç kimse anlamamış. Onun tek istediği piyano çalmak ve onun çaldığını hissederken aynısını hissedecek birisinin olması. Bu kişi de Eduard

Mari panikataktan dolayı hastanede, aslında mari de normal deli falan değil. Onu boğan sorunlar plaza hayatı maaşlı çalışmak, kariyer, aile.. Oysa onun ruhu bağımsız. O dolaşmak, çocuklara ve  insanlığa yardım etmek, kalıplarına sığmamak istiyor. Ama o da çevresinde normal görüleni empoze etmek zorunda kalmış. Kurallara uymak, iş hayatı bırakılıp onlar yapılır mı, lüks yaşamdan vazgeçilir mi ?

Eduard şizofren ama aslında o da deli değil, onun istediği ressam olmak, ama onun istekleri ne babasının ne de annesinin umrunda bile değil. Çünkü babası bir başkonsolos i ve onun da öyle yetişmesini istiyorlar. O ise cennetin görüntülerini resmetmek istiyor. Bunda normal olmayan ne var?

Aslında normal olan ve normal olmayan arasındaki fark şu, kare bir kabın içine suyu koyduğunuzda bütün dört köşe dahil her yerin dolu olmasını beklersiniz. Ama aynı miktardaki suyu döktüğünüz halde sadece ortada kenarlar boş olsa ama hala sıvı olsa şaşırırsınız. İşte suya özgürlük tanımadığımız gibi, su sıvıdır bulunduğu kabın şeklini alır dediğimiz gibi biz de insanları yazılı ve ya sözlü normlara uydurmaya çalışıyoruz.
Aslında bizi anormal yapan şey bunu yapmamamız.



12 Ocak 2017 Perşembe

MODERN ZAMAN GEZGİNİ “LOKMAN DAĞ”



     Mehmet Yaşar ARCA- İstanbul Üniversitesi(İ.Ü)



Hepimiz bir kere olsun keşke onun yerinde olsak demişizdir. Ne güzel iş… Hem en güzel yerleri gez,  en güzel yemekleri ye. Hem de para kazan.  360 Tv’de yayınlanan “Lokman Dağ Bizim Şehirde “ programı sunucusu Lokman Dağ ile söyleştik. Kendisinden bu işin bu kadar kolay olup olmadığını öğrenmeye çalıştık.

Lokman Dağ 1985 Mardin doğumlu. Ege Üniversitesi’nde Radyo Televizyon Sinema (RTS)  okudu. Okul yıllarında Radyo Kampüs Ege’de bir çok program yaptı. Sky TV, Hürriyet Gazetesi, Posta Gazetesi, Doğan Haber Ajansı, Star Haber, FOX Haber gibi çeşitli gazete ve kanallarda muhabir olarak görev aldı. 360 Tv’de sunduğu sabah kuşağı haberlerinin ardından aynı kanalda gezi programcılığı yapmaya başladı. Akşam Gazetesinde gezi yazıları yazıyor. Aynı zamanda Tapeden Kodes’e 1-2 adlı iki kitabı bulunuyor.

Merhaba,. Pek çok RTS mezunu, yönetmen, senarist gibi bir takım meslekleri edinmeye çalışır. Meslek hayatınıza muhabir olarak başladınız. Bu sizin hedeflediğiniz bir durum muydu, yoksa tesadüfen mi gelişti?

Aslında hedeflediğim bir durum değildi. Her RTS öğrencisi gibi ben de kendi filmimi yapacak bir yönetmen olarak başladım. Ama maalesef planladığım gibi olmadı. İzmir’e reklam filmi için gelen bir reklam yönetmeninin set çalışanlarına söylediği kötü sözler, ve yukarıdan bakmaları, dizi ve film setlerinin ağır çalışma koşulları, ben bu reklam filmin Tanrısıyım edası beni film ve dizi sektöründen soğuttu. İnsanları gerçekleri öğrenebilmesi için gazeteci olmaya karar verdim.

Sizi Fox TV’de suç haberleriyle tanıdım. Savaş Akın’la beraber polis muhabirliği ile ilgili çok satan listesine giren iki kitabınız bulunuyor. Daha sonra 360 TV’de sabah haberleri sundunuz. Bu alanda bu kadar başarılıyken neden gezi programı sunuculuğu gibi bambaşka bir türe geçtiniz ?

Ben 14 yılır sarı basın kartı bulunan bir gazeteciyim. Sonra TV haberciliği yaptım. Uzmanlık alanım Polis-Adliye haberciliği, başarılı bir grafik çizdiğimi ve iyi bir haberci olacağımı söylerdi hep büyüklerim. Hiç bir zaman haber spikeri olmayı düşünmedim. Ama Fox TV’de çalıştığım sırada 360 TV’de bana güzel bir transfer teklifi geldi. Sabah haberlerini okuyan değil de anlatan birini arıyorlardı. İyi bir okuyucu değilim ama iyi bir anlatıcı olduğumu düşünüyorum. Kısa sürdü çünkü her zaman istediğini söyleyemeyen biri olacaktım böylece, mutsuz da olduğumu gören genel müdürüm bana gezi programı sunmamı teklif etti. Önceleri pek istemedim ama her gittiğim köy kasabasında her haberi, her hikayeyi, her lezzeti güzel bir haber olarak düşünmeye başladım ve reytingler de başarılı olunca 3 yıldır "Lokman Bizim Şehir"de programını sunuyorum. Bununla beraber, artık gittiğim şehirleri, tanıdığım insanların, tatların, seslerin ve lezzetlerin hikayelerini Akşam Gazetesine yazmaya başladım.

Seyyahlık sizin için sadece bir iş mi? Yoksa bir keyif ve tutkuya mı dönüştü? 

Kesinlikle yaptığım bir iş değil bir tutku. Çünkü sevemezseniz, yapamazsınız. Eşinizden, ailenizden bu kadar çok uzak olmak para ile ölçülecek bir durum değil. Ayrıca artık gittiğim yerleri yazdığım için geleceğe güzel bir not bırakabileceğimi düşünüyorum. Aynı zamanda cennet ülkemin her köşesini vatandaşlara anlatmak bana muazzam bir haz veriyor.

Evliya Çelebi’nin babasından gizli yaptığı ilk gezi Bursa’ydı. Sizin programınızın ilk yolculuğu neresiydi?  

Ben ilk yolculuğumu Gaziantep’e yaptım. Gaziantep’e o gün aşık oldum. O kadar güzel yaşanmışlık kokan bir şehir ki; bu kadim şehrin mutfağına ise ayrı bir aşık oldum. Artık gitmek için can atmaya çalıştığım kentlerimizden biri...

Programınızda şu ana kadar kaç il gezdiniz ve en beğendiğiniz il neresi oldu? 

Muş ve Kırşehir, Kırıkkale dışında her ile gittim. En sevdiğim şehirler Şanlıurfa, Nevşehir ve Ordu ben de iz bırakan ve gezerken çok keyif aldığım şehirler… Zaten aslen Mardinliyim fevkalade bir şehir, İzmir ise gelecekte tekrardan yaşamayı düşündüğüm il.  

Ne tesadüf ki Kırşehir ile Kırıkkaleye de ben gittim. :) Beğenmediğiniz bir şehir var mı? Ya da gittiğiniz bir şehirde hoşunuza gitmeyen bir durum oluştu mu?

İlleri yukarıda yazdım. Ama bu güne kadar olumsuzluk yaşadığım bir şehir olmadı.

Ekranda çok rahat ve samimi duruyorsunuz. Bu da hem sizi izleyenleri ekrana bağlamaya yetiyor. Hem de bu durum programınızı ayrı bir yere konumlandırıyor. Elbet her işin bir zorluğu var. Ama durum, bizim televizyondan gördüğümüz kadar rahat ve kolay mı? 

Aslında ben en kolay olayı yapıyorum. Kendim gibi davranıyorum. Doğal biri olduğumu herkes söylüyor. Ama zor olan rol yapmak değil mi? kendin olursan oynamazsan ekranda kazanırsın. Böyle olduğum içinde kısa sürede “Bizim çocuk geldi.” demeye başladılar. Özellikle anneler ve teyzeler beni çok sever zaten genelde onlarla yemek yapıyoruz bu samimiyet izleyiciye de ulaştı ve kısa sürede güzel emeklerin karşılığı, ekranda reytingtir, onu da başardık.




Bu kadar fazla seyahat etmek zaman ve yorgunluk kaybına neden olur. Ailenize ve kendi diğer işlerinize zaman ayırabiliyor musunuz?

Aslında çalışırken çok mutluyum, kendime ayırdığım zaman: çalışma saatlerim. Haftada iki gün de aileme ayırıyorum. Henüz şikayet gelmedi, eşimden ederse eğer düşünürüm. 

Aynı zamanda Akşam Gazetesinde gezi yazıları yazıyorsunuz. İleride gezi yazısı kitabı çıkartmayı düşünüyor musunuz? Ya da yerel rehberlik yapmak gibi bir fikriniz var mı? :)

Kesinlikle "Modern Zaman Gezgini" adlı kitabımı yazmaya başladım bile. Rehberlik de fena fikir değilmiş. :) 

İlerideki planlarınız neler? Dünyayı da gezmek, bunu da program yapmak gibi bir hedefiniz var mı?  Yoksa sadece Anadolu bana yeter mi diyorsunuz? 

Tabii ki dünyayı gezmek isterim ama maalesef konsept gereği şuanda Anadolu’yu geziyorum.
Bir çok okuyucumuzla birlikte ben de amatör bir gezginim. Bize önermek istedikleriniz var mı?
Muhakkak Nevşehir’e gidin Kapadokya bölgesine. Mağara, kaya otellerde kalın ve balon turu yapın herkesin yapması gereken bir etkinlik. Ve Sinop’ta kesinlikle Erfelek Şelalelerini ziyaret edin... 
  
Vakit ayırdığınız için teşekkür ederim. 










11 Ocak 2017 Çarşamba

RENKLERİN KÜLTÜRLERE GÖRE ANLAMSAL KULLANIMLARI

Fotoğraf kaynak: http://www.1yenibilgi.com/renk_anlamlari_nelerdir_renkler_ne_anlama_geliyor_renkler_ne_ifade_ediyor_renklerin_tanimi.html


Mehmet Yaşar ARCA



GİRİŞ

Renkle ilgili ilk çalışma,  Isaac Newton'un karanlık bir odada gerçekleştirdiği prizma deneyinde ortaya çıkmıştır. Prizmayı güneş ışığından geçirdiğinde, ışığın parçalanarak ortaya gökkuşağının altı renginin çıktığını fark etti. Fakat dönemindeki 7 rakamının uğuru ve kilise baskısı olduğundan 7 renk olduğunu söyledi.


Leonardo ve Holbein renk kavramını; “maddi bir gerçekliği olan ve bütün değerini kendinde taşıyan güzel bir madde” olarak tanımlamıştır (Wölfflin, 1985: 66).  Işığın nesnelere çarparak gözümüze yansımasıyla oluşan duyumlara “renk” diyoruz, yansıyan bu ışığın nesnenin yapısına göre gösterdiği çeşitliliğe de “renk tonu”. Nesneye ulaşan ışığın tamamı gözümüze yansıdığında bu ışığı beyaz, hiç yansımadığında da siyah olarak algılıyoruz. (filliboya.com)

 Işık olmadan rengi görmek mümkün değildir. Çünkü objelerin kendi başlarına renkleri yoktur. Renk olarak algıladığımız şey, ışık ışınlarının yansımasıdır (Öztuna, 2007: 88-89)

Kültür

Belirli bir yerde, bir arada yaşayan insanların günlük yaşam pratikleri içerisinde oluşturdukları gelenek, görenek, değerler ve davranışlardır. Örf- adet, dil, din, dünya görüşü, sanat, tarih gibi bütün alanları etkiler. Kültürden kültüre sözlü veya yazılı olarak aktarılır.

Günlük yaşamımızı anlamlandıran, aslında renklerdir. Taksilerimizin rengi sarıdır. Okul duvarlarımız mavi, camilerimiz yeşil, evimizin veya işyerlerimizin tavanı ise beyaz. Damatlıklarımız siyah, gelinliklerimiz beyazdır, Gelinliğe bağlanan kuşak ise kırmızı. İşte tüm bu basit örnekler, renklerin hayatımızda var olan kullanımları ve onların bizlerde bıraktığı imgelerle ilgilidir. Renkler birer çağrışımdır. Kırmızı, Türk bayramığımızı simgeler ve milli rengimizdir. Her ülkenin veya her yörenin kendine özgü renkleri bulunur. Renkler, kültürlerarası benzer anlamlar içerdiği gibi birbirinden tamamen farklı anlamlar da içerirler. Renkler yalnızca bizim için değil, diğer canlılar için de önemlidir. Örneğin bukalemun renk değiştirerek, kendini kamufle eder. Buna benzer pek çok örnek doğada mevcuttur.
















RENKLERİN KÜLTÜRLERE GÖRE FARKLILIKLARI


Beyaz

Doğu kültürlerinde beyaz matem rengidir ve de ölümü sembolize etmektedir. Japonya’da özellikle beyaz karanfiller ölüm ile ilişkilidir. Batı kültürlerinde ise saflığın rengi olarak gelinliklerde kullanılır. Türk kültür ve tarihinde de beyaz rengin kullanımına sıkça rastlanmaktadır. Beyaz rengin, Türklerin en eski inançlarından olan Şamanist dönemle ilgili bazı manevi inanmalardan kaynaklanan ululuk, adalet ve güçlülük anlamları kazandığı görülmektedir. Şöyle ki Türk Şamanizminde Ülgen, hayır ilahıdır. Şaman dualarında ona Beyaz (Parlak) Hakan vb. şeklinde hitap edilir  (Ambrose ve Haris, 2003).


Siyah

Siyah renk, törenlerde resmiyeti simgeler. Birçok ülke için matem rengidir, korku, ölüm ve üzüntünün simgesidir (Halse: 1978: 27-34)

Hristiyanlıkta olduğu gibi, Müslümanlıkta da siyah, fanilik, son ve sonluluk gibi sembolik açılımlarla yüklüdür. Çin’de siyah renk kışın ve kuzeyin sembolüdür. Buna karşın Eski Mısır ve Kuzey Afrika ülkelerinde siyah, verimli toprağın ve yağmurla şişmiş bulutların rengine benzediği için bereketin simgesel rengidir (Uçar, 2004: 49) . Siyah, Hint, Japon ve Çin sembolizmasında zamanın başlangıcındaki kaosun ve şekilsizliğin evrensel maddenin, özün rengidir.

Kırmızı

Kırmızı Arapça’da “al-kirmiz” denilen bir böceğin dişisinin kurutulup ufalandığında aldığı parlak kırmızıdan türemiştir (Ersoy, 1990: 37). Kırmızı renk ana renklerdendir ve tabiatta bu rengin örneği ateş ve kan'dır. Bu renk heyecan, kudret ve akıncılık sembolü olarak anılmaktadır.

 Hindistan’da gelinliklerde, saflığın rengi olarak kırmızı kullanılır. Batı kültüründe ise kırmızı, dur veya tehlike anlamına gelebilir (Ambrose ve Haris, 2003). Japonya’da, kırmızı, hemen hemen yalnız kadınlar tarafından giyilir. Gönülden içten olmanın ve iyi şansın sembolüdür. Ateşin rengi olan kırmızı, cehennemin, şeytanlığın rengi olarak da sembolize edilmiştir. Kırmızı bayrak, başkaldırı ve devrimin rengidir. Rus, Çin ve Fransız Devrimi sırasında hep ön saflarda kırmızı bayraklar taşınmıştır (Uçar, 2004: 51)

 Bazı toplumlarda kırmızı rengi vatanseverlik duygularını kamçılayan bir renk olarak görülmektedir. Kırmızı pek çok dünya bayrağında kullanılan bir renk olup, Türk bayrağının rengi olan kırmızı, ülkemizde “bayrak kırmızı” olarak bilinmektedir.

Sarı

Sarı, simgesel olarak güneş ışığını hatırlatır ve dikkat edilmesi gereken önemli noktalar için uyarıcı rol oynar. Renkler içinde en ışıklısı olduğu için en uzaktan görülenidir (Halse: 1978: 27-34)

 Eski Mısır’da sarı gözden düşme, kıskançlık ve utancı simgelerken, Çin’de saltanatı ve sarayı simgeler. Çin’de sarının krallık ve saltanat rengi olmasının nedeni, Çin hükümdarlarının cennetin merkezinde oturduğuna inanılmasıdır (Uçar, 2004: 52-53).

 İran kültüründe birçok yerde sarı renk, nefret ve hastalık alâmeti gibi tanınmıştır. (Ögel, 1995).Genelde Doğu toplumları için kutsal bir renk olan sarı, Batı toplumlarında eğlence ve mutluluğu da sembolize etmektedir. Uçar (2004: 52-53)

Rusya'da geleneksel evlilik rengi sarıdır. Çin de ise gıda çin kullanılırken, Batı'da iştah açıcı renk olarak kırmızı kullanılır.

Mavi

Gökyüzü, su ve denizlerin, aynı zamanda sonsuzluk ve huzurun rengidir.  Hristiyanlıkta ise mavi, umut ve dindarlığın rengidir. İbraniler için mavi tanrısal bir renktir. Mavi Çin kültüründe cenneti ve ölümsüzlüğü sembolize eder. (Mankhe, 1996: 64)

Doğu’da Mısır, İran, Hindistan, Arap Yarımadası ve Anadolu’da kötülükleri uzaklaştıran bir renkolduğuna inanılır. Nazar boncuğundaki etkin ve temel bir renk olan kobalt mavisinin nazara karşı bir anlam ve etkisi olduğuna inanılır. Mavi Arapça’da “ma-i” su rengi demektir (Ersoy, 1990: 59).
Gök Tanrı dinine inanan Türkler için gök mavidir. Şamanlar ululuğu temsil eden mavi rengi gökkelimesiyle adlandırmışlardır. Ancak gök rengi aynı zamanda yeşili de karşılar (Kafalı, 1996: 50)
Belçika'da bizim ülkemizdekinin tam tersi olarak , diğer Batı kültürlerinin  de tersine mavi kız bebekler için, pembe ise erkek bebekler için tercih edilmektedir.ABD de ise  bağımlılık, güven, otoriteyi temsil ederken, Batı'da mutsuzluk, depresyonu temsil eder.

Yeşil

Yeşil renk tabiatta ağaçların ve bitkilerin sembolüdür.  İslamiyet’te kutsal bir renk olan yeşil, Hıristiyanlıkta Baba, Oğul ve Kutsal Ruh üçlemesini ifade eder.   Orta Çağda gelinlerin yeşil giysi giydikleri söylenir.

Yeşil renk İslamiyet’te kutsal alan ve mekanların vazgeçilmez rengidir. Başta cennet yemyeşil bir ortam olarak hayal edilmiştir.

İrlanda  da Ülkenin tamamının ve Güney’deki İrlandalı Katoliklerin sembolüdür,  Batıda ise baharı simgelemektedir.

Mor

Brezilya, Meksika ve İtalya'da ölüm şehir yas rengi olarak kullanılırken Tibet ve Hindistan'da mistik rahatlıcı bir renk olarak kullanılır.


Kaynaklar
https://birimler.dpu.edu.tr/app/views/panel/ckfinder/userfiles/17/files/DERG_/31/125-138.pdf
https://www.filliboya.com/icerik/renk-nedir.html
http://www.kameraarkasi.org/light/terminoloji/renk/renkdeneyi.html
http://www.leblebitozu.com/renklerin-anlamlari-ve-psikolojik-etkileri/
file:///C:/Users/Lenovo/Downloads/dokculturandcolor02082010.pdf



KÖY (THE VİLLAGE) FİLMİNİN İLETİŞİM KURAMLARI YÖNÜNDEN GÖSTERGEBİLİMSEL ANALİZİ


   Sürpriz Bozucu (Spoiler) içerir.

Yönetmen - M. Night Shyamalan 

Mehmet Yaşar ARCA

Filmin karanlık, koyu ve ürkütücü bir havası var. Filmin giriş sahnesi, bir tabutun gömülmesiyle başlıyor. Bir çocuk ölmüş. Bu çocuğun neden öldüğünü Lucuis 'ın köyün yaşlılarının karşısına çıktığında okunan mektupta anlıyoruz. Çocuk hastalanmış ve köy kendi içerisinde kapalı olduğundan, ilaçsızlıktan ölüyor. Rahatsızlığı belki de çok basit bir şey.

Derisi soyulmuş hayvanlar karşımıza çıkıyor. Ve en baskın iki renk unsuru var: Kırmızı ve sarı.
Kırmızı rengin ugursuzluk getirdiğini düşünüyorlar. Kırmızı renk yasak. Çünkü canavarları, temsil ettiğini düşünüyorlar. Hatta filmin başlarında iki kız kırmızı açan bir çiçeği koparıp gömüyor. Kırmızı renk daha sonra bir çok kez karşımıza çıkıyor.

Ivy'nin babası, çocuklara ders verirken bu sınırların dışına çıkamayız diyor. Çünkü bizim konuşmadıklarımızla anlaşmamız var diyor. Bunlar canavarlar. Eğer köyün sınırı geçilirse bunların köyü ziyaret ederek köyde yaşayanlara zarar vereceğini söylüyor. Burada Althusser'in Devletin İdeolojik Aygıtları kuramını görüyoruz. Otoriteyi bunlarla sağlıyorlar: Eğitimle, dinle, kültürle ...

Bu köyün sınırları da sarı renkle belirlenmiş. Bayraklar ve boyalarla. Buradaki sarı rengin anlamı, kırmızının yani kötülüğün zıttı. İyilik anlamında kullanılıyor.
Lucuis ısrarla sınırı geçmek istiyor. İlaç almak istiyor.  Fakat geçmeye cesaret edemiyor. Uymacı davranış sergiliyor. Tıpkı Asch'in uyma davranışı deneyi gibi, ama bir kişi bile uymadığında diğer kişiler de ona uyabiliyor. Tıpkı buradaki gibi. Noah sınırı geçti ve kırmızı çiçekleri Ivy'e verdi. Lucius'un nereden buldun sorusuna, kayaya kazdığı şekli gösterdi. Bunun üzerine kendisi de cesaret alarak sınırı geçti.

 Filmin düğün kısmında bir kadın Ivy'e kardeşinin 23 yaşına gelmeden bir grup erkek tarafından evlerinin yanında öldürüldüğünü söylüyor. Bu sahne burada bitiyor ve bize aslında filmin sonlarına doğru bir sır veriyor.

Lucius iki kutu görüyor ve bu kutularda sırlar var. Bu kutular filmin sonlarına doğru açılıyor.
Bazen başkalarının ne yapmak istediğimizi bilmesin diye yapamayız sözü iki defa geçiyor. Aslında Suskunluk Sarmalı kuramı da var. Çünkü Lucuis hep konuşmak istediği halde susmuş aslında.

Geleneğe bağlı yaşıyorlar. Eski geleneklerini sürdürüyorlar. İzole edilmiş kendi içine kapalı, dışarıdan misafir olmayan bir hayatları var. Kültür alışverişi hiçbir şekilde yok. Eski kıyafetler  var ve hala mum ya da kandillerle,  ışık sağlıyorlar. Elektrik yok, modern topluma ait hiçbir şey yok. Üretim toplumuna dair hiç bir şey yok. Yılı tarif edemiyoruz. Ama çok eski olduğu belli. 16. 17 yy olabilir.
Geleneği ve kültürü toplum oluşturuyor. Köyün önde gelenleri kültürü ve normları nasıl oluşturmuşsa sen de, onlara uymak zorundasın. Ve bunları benimsersin.

Filmin sonlarında, aslında her şeyi, köyün yaşlılarının yaptığını görüyoruz. Aslında dışarıda  başka bir hayat var ve yaratıklar da yok. Derisi soyulmuş hayvanları kendileri koyuyor. Sesleri kendileri çıkartıyor. Korku öğesiyle yeni nesilleri bağlıyorlar ve yeni neslin dışarı çıkmalarını engelliyorlar. Kendilerine empoze olmuşlar. Ve diğer kültürlerle aralarında hiçbir kaynaşma yok. Bunu yapmalarının nedeni, gizli kasanın açılmasıyla anlaşılıyor. İçinde suçlarla ilgili haber küpürleri var. Üretim toplumunun bireylere kazandırdığı ve toplumda güvenin azalmasından , yabancılaşmanın artmasından kaynaklanan suç haberleri. Bunlar: Cinayet, hırsızlık vb. gibi haberler.

Anlaşılıyor ki köyün yaşlıları buraya dünyanın kötülüklerinden kaçmak için kapanmış ve dışarıyla iletişimini kesmiş. Hatta çocukların ilaçsızlıktan ölmelerine bile göz yummuşlar. Çocuklar  nerede doğarsa, ne görürse onu öğreniyorlar. Tıpkı Bandura'nın Sosyal Davranışsal Kuramı gibi . Bize ne öğretilirse biz onları öğreniyoruz. Ama kötülük aslında insanın içinde. Bunu da Noah'ın Ivy kıskandığı için Lucuis'u bıçaklaması ortaya çıkartıyor. Kötülükten veya bir şeylerden ne kadar kaçarsanız o sizi buluyor. Ve görme engelli olan Ivy ilaç almaya kasabaya gönderiliyor. Kevin'la karşılaşıyor. İyi bir insanla karşılaştığı için şaşırıyor. Çünkü onlara o kadar kötü anlatıldı ki dış dünya. Hatta  Noahın ormanda bulduğu kıyafetle Ivy in karşılaşması, Ivy nin babasının doğruları anlattığı halde korkması bunu benimsemesinden kaynaklanıyor.

Köyün küreselleşen ve sınırların kaldırıldığı dünyaya karşı çıkan bir yapısı var.  Mc Luhan'ın dediği, "Dünya küresel bir köy haline gelecek." sözünün tam tersi bir yapı var.
Sonuç olarak, ne kadar kapalı bir toplum olursanız olun, sizi çevreleyen dünyadan kaçamazsınız.


 


18 Aralık 2016 Pazar

ATLANTA'DAN DÜNYAYA YAYILAN BİR İÇECEĞİN HİKAYESİ: COCO-COLA

1886 yılında eczacı, Dr. John Pemberton tarafından bir şurup üretilir. Şurubu soğuk suyla karıştırdığında, balonlu ve lezzetli bir içeceğe dönüştüğünü farkeder. Kendisine ait Jacobs Eczanesi'nde bardağı 5 dolardan satmaya başlar. 1923 yılında şirketin başına, pazarlama dehası Robert Woodruff geçer.  Woodruff, günümüze yakın uyguladığı pazarlama stratejileriyle Coco-Cola'yı, dev Coco-Cola'ya dönüştüren kişi olur.

Mehmet Yaşar ARCA


    Atlanta'lı bir eczacı olan Dr. John Pemberton, 1886 yılında ürettiği şurubu soğuk su ile karıştırarak bir içecek elde etti. Kendisine ait Jacobs Eczanesi’ne götürdü ve  bardağı  5 sentten satışa sundu. Ferahlatan bir içecek olarak iyi satış yaptığını anlayınca, Dr. Pemberton, muhasebecisi Frank Robinson'la birlikte bir  isim ve bir logo düşündüler.  Frank Robinson, cola yaprağı ve kola fındığından ilham aldığı, Coco-Cola ismini  önerdi.  Mr. Robinson kendi el yazısıyla C harflerini belirli olacak şekilde yazdı. Bu ismi ve sloganı seçmesinin nedeni 2 C harfinin yan yana gelerek, reklam faaliyetlerinde daha estetik duracağını düşünmesiydi,. Logo günümüze kadar ufak değişikliklerle devam eder. İşadamı Asa Griggs Candler, yaklaşık 2.300 dolar gibi komik bir rakama işin haklarını satın aldı.  Candler, şirketin ilk başkanı ve markaya gerçek vizyonunu kazandıran kişi oldu. 




1916 yılında Coco-Cola'nın kendine özgü cam şişesi tasarlandı.

  1. 1889 yılında Benjamin F. Thomas ve Joseph Biedenharn Whitehead adlı iki avukat, Coca-Cola'yı şişeleyip satmaya yönelik münhasır hakları, Candler'dan yalnızca bir dolara satın aldılar. Bu sırada Coca-Cola'nın taklitleri ortaya çıkmaya başladı.  Coca-Cola Şirketi, taklit içeceklerin çoğalmasını engellemek için reklam kampanyaları yaparak, Coca-Cola'nın orijinalliği vurguladı.  1916 yılında Coco-Cola'ya özgü şişenin tasarlanılması için bir yarışma düzenlendi. Bu yarışmayı kazanan The Root Glass Company, karanlıkta veya kırıldığında bile tanınabilecek bir şişe tasarladı.       

  
       Robert W. Woodruff'un Şirketin Başkanı seçildi.

1919 yılında Ernest Woodruff ve W.C Bradley Coco-Cola'yı 25 milyon dolara satın aldı. 4 yıl sonra şirletin başına , Woodruff'un oğlu Robert Winship Woodruff şirketin başına geçti. Şirkete geldiği ilk günden itibaren, 60 yıl boyunca şirkete liderlik etti. Coco-Cola'yı güçlendirecek hamlelerde bulundu. Yeni başkan, alışılmamış bir şekilde ürünün kalitesini ikinci plana atarak, daha çok reklam, tanıtım, hizmet ve dağıtım faaliyetlerinin kaliteleştirilmesi üzerinde durdu. İlk olarak şirkete alınan personelleri eğiterek hizmet kalitesini artırdı. İnsanların evinde de rahatça kola içmeleri için karton kutuda altılı şişe, fikrini ortaya çıkarttı. Uluslararası Chicago fuarında otomatik Coca-Cola makinesini tüm dünyaya tanıttı.





Woodruff, ileri derece pazarlama dehasına sahipti ve Coco-Cola'yı dünyaya tanıtmaya niyetliydi.

Woodruff, Hollanda'da düzenlenen 1928 Yaz Olimpiyatları'na gemiyle 1,000 kasa Coco-Cola ulaştırdı. Stadyumdaki sporculara ve izleyicilere Coco-Cola dağıttı. Stadyumda üzerinde Coco-Cola reklamlı görevliler dolaştırarak Coco-Cola'yı dünyaya tanıtmayı başardı.White General Motors şirketiyle anlaştı, şirketten yeni teknoloji dağıtıtım kamyonları satın aldı. 1950 yılında Coco-Cola, "Dünya ve Dostu" başlığıyla Time" dergisinin kapağında yer aldı. . Coco Cola artık büyüyordu ve başarılı pazarlama stratejileriyle tüm dünyayı işgal ediyordu. Bu başarının en büyük nedenleri arasında, satış yapılanı ülkenin, kültürel özelliklerinin göz önünde bulundurulmasıydı. 


Başarılı yerel markaları kendisine bağlayan şirket, dünya üzerinde 500’den fazla markaya sahip.

Time Dergisi kapak "1950"              
                                             
    
1981'de Roberto C. Goizueta, Coca-Cola Şirketi Yönetim Kurulu Başkanı ve CEO'su oldu. Coca-Cola Enterprises Inc. adında halka açık yeni bir şirket organize edlecek adımlar attı. Goizueta, şirketin başında durduğu dönem Diet Coke'un piyasaya sundu.  1986 yılında 100. yılını kutlayan Coca-Cola 165 ülkede tüketiliyordu. Şu an ise bulunduğu ülke sayısı 200'ün üzerinde ve dünya üzerinde Coca-Cola Şirketi’nin, 500’den fazla markası, 3500'den fazla ürün çeşidi bulunmaktadır. 

Dijital medyayı iyi kullanan Coca-Cola'nın, Facebookta 99 milyon takipçisi bulunuyor.

1990'lara gelindiğinde ,Olimpiyat Oyunları, FIFA Dünya Kupası ve NBA  sponsorluklarıyla marka daha da  güçlendi. 1993'te herkesçe bilinen "Her zaman Coca-Cola" reklam kampanyası başlatıldı ve dünya sevimli Coca-Cola kutup ayısı reklamlarıyla  ilk kez tanıştı.  Reklam stratejilerini sürekli değiştirerek, geliştiren Coca-Cola’nın ödüllü “Open Happiness” (Mutluluğa Kapak Aç) kampanyası 2009'dan beri yedi yıldır markanın sloganını ve stratejisini oluşturuyordu. 2015 yılından itibaren  “Taste the Feeling"  ( Hayatın Tadı)  sloganına geçildi. Şirket bu slogan ile markayı günlük hayatın bir parçası olarak görülmesini hedefledi. 130 yıllık tarihi boyunca bütün değişikliklere uyum sağlayan Coco-Cola, dijital  devrimi de en iyi değerlendiren şirketlerden biri oldu. 1964 yılında Türkiye'ye giren markanın zaman zaman uğradığı spekülasyonlara "Merak Ettim" kampanyasıyla interneti iyi  açık ve şeffaflık ilkesiyle  cevap verdi. Markanın Facebook'ta da 99 milyon takipçisi bulunuyor.